Makale
Dini hangi marketten almalıyız
Fıkıh, mükellef olma yaşına gelmiş olan insanların, her türlü amellerinin meşruiyet sınırını belirleyen ilimdir. Bu meşruiyet sünnet örneğiyle Kitaptan alınır. O halde fıkıh aynı zamanda Kitabın ve Sünnetin doğru anlaşılmasıdır ve diğer İslamî ilimlerle de ilgisi vardır, onlara rakip ve düşman değildir.
Önem sırasına göre düşündüğümüzde öncelikli olan akide, yani imanın konusudur. Akide sağlam olmadıktan sonra amel bir değer ifade etmez. Onun için Mekke döneminde ilk gelen ayetler daha çok akide ile ilgilidir. Akide konuları bellidir ve zamanla değişmez. Bu sebeple onların savunucusu olan kelam ilmi, fıkıhtan sonra ve ancak bu konulara yapılan saldırıları savunma ihtiyacı duyulduğunda ortaya çıkmıştır. Çünkü akide esaslarının belirlenmesi böyle derin bir ilmi gerektirmiyordu, bilgi ve iman yeterli oluyordu. Sahabe bunları doğrudan Resulüllah'tan öğrendi, arkadan gelenler de onlardan öğrendiler ve inandılar.
İslam'daki ilk ve kapsamlı ilim, fıkıhtır. İslam toplumunun zeminini oluşturan, her türlü eylemin sınırını belirleyen, kırmızı çizgilerini çizen, o çizgileri aşanlara meşruiyet tanımayan ilim fıkıhtır. Fıkıh, hukuku da içerdiği için bir bakıma da mühendisliktir ama bununla birlikte dinamiktir, verdiği hükümlerin içtihada dayalı kısmı zamana, zemine ve şartlara göre değişir. 'Zamanın değişmesiyle hükmün değişebileceği inkâr olunamaz' kuralı bunu anlatır. Yani fıkıh büyük ölçüde içtihat ürünüdür. İçtihat ise akli bir ameliyedir. O halde fıkıhta aklın fonksiyonu büyüktür. Bundandır ki, fıkıh aynı zamanda bir düşünme ve akletme ameliyesidir. Bu düşünme eyleminin konusu bireysel psikolojilerden, toplumsal olaylara kadar uzanır.
Fakih, insanın fiillerini çok sağlam anlamadan hüküm veremez. Psikolojinin davranış bilimi diye tanımlandığını hesaba katarsak fıkıhla ilişkisini de anlamış oluruz. Bu itibarla fıkıh İslam toplumunun düşünce zeminini de oluşturur. Özellikle usulü fıkıh tam bir tefekkür ve akletme aracıdır. Bu sebeple usule hukuk felsefesi, İslam medeniyetine fıkıh medeniyeti diyenler vardır.
İslam'ın en canlı, en berrak olduğu dönem fıkhın hâkim olduğu ilk iki asırdır. Coğrafi olarak en geniş yayılma dönemi de yine o dönemdir.
Sonra Mutezile ile birlikte akide konuları tartışılmaya başlandı, ardından da kelam İlmi doğdu. Ama Gazali'nin dediği gibi, kelam bir zorunluluk sonucu ortaya çıktı. Yoksa iman bir teslimiyet işidir, gayba inanmadır ve iman konularını tartışmanın bir yararı yoktur. O zamana kadar böyle saf ve berrak olan Allah, Kur'an ve ahiret inancı, yabancı fikirlerle bulandırılınca bunların savunulması için kelam zorunlu hale geldi. İmam Matüridi ve İmam Eş'arî eş zamanlı olarak Ehlisünnet akidesinin en üst düzeyde akli savunmasını yaptılar. Ama yine Gazalî'nin dediği gibi, bir zaruretten doğan şey, o zaruret miktarını aşmamalıdır. Oysa kelam ilmi bağımsızlığını ilan edip felsefeye dönüştü ve akideyi savunma ve koruma yerine bazen sarsma etkisi bile gösterdiği oldu.
Bu yargı, fıkıh için olmasa da usulü fıkıh için dahi söylenebilir. Özellikle Pezdevî ile başlayan Hanefî usulcülüğü artık ağır bir felsefeye dönüşmüştür. Böyle olunca da usulü fıkıh, fıkhın aracı olmaktan çıkmış ve fıkıh üretemez hale gelmiştir denebilir.
Aynı şey tasavvuf için de söz konusudur. İlk beş altı asır, ibadet, tezkiye-i nefis, zühd, takva ve ahlak eğitimi olan tasavvuf özellikle İbn Arabî ile birlikte felsefileşmiş, akideye kötü etki etmeye başlamış, kısaca naklin doğru anlaşılması için bir araç olan akıl nakle hâkim hale gelmiş.
Böyle söylediğimizde birileri felsefeye ya da kelama karşı olduğumuzu söyleyip bizi yargılıyorlar, oysa bizim demek istediğimiz, dini anlamada aklin yegâne hakikat ölçüsü olarak değil, sabit hakikatlerin anlaşılmasının aracı olarak görülmesidir. Yoksa siz istemeseniz de felsefi düşünce olacaktır. Bu aklın, dolayısıyla da insanın tabiatı gereğidir.
Ama İslam'ı doğru anlama söz konusu olduğunda bunların her birerleri yerinde ve miktarınca gerekli olsa bile din felsefeden, kelamdan ve tasavvuftan öğrenilmez. Farabi, İbn Sina gibi filozoflarımızla, İbn Arabi ve Mevlana gibi sufilerimizle övünsek bile İslam'ı onlardan alamayız. Hele sosyologlardan hiç alamayız.
Bir kitap
Felsefi usulü fıkhın çok yoğun bir özeti olan Nesefi'ye ait el-Menâr adlı kitap Osmanlı medreselerinde uzun yüzyıllar ders kitabı olarak okutulmuş, üzerine sayısız şerh ve haşiyeler yapılmış. Şimdi bu kitap, böyle ağır metinleri tercüme konusunda rüştünü ispat etmiş üç doçent meslektaşımız; Soner Duman, Süleyman Kaya ve Osman Güman tarafından tercüme edilip metniyle birlikte basılmış ve Beka Yayıncılık'tan çıkmış. Böyle bir usul metni okumak isteyen taliplere duyurulur.
Henüz yorum yapılmamış.